“Ev olmasaydı insan dağılıp giderdi.”
(Gaston Bachelard)
I.
Son zamanlarda televizyonlarda yayımlanan garip bir program formatı var. Batı toplumlarında artık giderek normalleşen temizlik sorununun merkeze alındığı ve “reality” formatında izleyiciye sunulduğu yarı kurgu yarı gerçek yapımlar: “İstifçiler” (Hoarding: Buried Alive) ve “Temizlik Hastaları” (Obsessive Compulsive Cleaners).
Aslında her iki program da özünde benzer bir duygu ve tema üzerinden hareket ediyor. Programlardan birinde hijyen takıntısı olan “hastalarla”, evini temizleme ihtiyacı hissetmeyen “hastalar” karşı karşıya getiriliyor ve oluşan bu hastalıklı gerilim üzerinden seyircinin ilgisini çekmek amaçlanıyor. Diğerinde ise bizdeki karşılığı ile “çöp ev”lerde yaşayan insanlar yıllardır görüşmedikleri aile fertleri ile buluşturuluyor ve kapsamlı bir operasyonla evleri yeniden eli yüzü düzgün, yaşanılabilir bir mekana dönüştürülüyor.
Burada dikkat çekici bir şey var: Programa konu olan insanların, içinde bulundukları duruma müdahale edildiği zamanki tavırları. Çünkü hemen hepsi, belirli bir sıralamayı takip eden ve birbirine çok benzeyen tepkiler veriyorlar.
İlk tepki, yaşadıkları yere olan bağlılıkları had safhada olduğundan, şiddetli bir karşı çıkış oluyor.. Belki herhangi birimizin evine duyduğu bağlılıktan çok daha fazla… Kesinlikle bir müdahaleye izin verilmiyor. Bir kere evin içinde yıllar boyunca biriken ve artık evi yaşanamaz hale getiren o yığınların “çöp” olduğu kesinlikle kabul edilmiyor. Onlara evin birer parçası, ihtiyaç duyulduğunda kullanılacak eşyası olarak bakıyorlar. Oradan buradan toplanarak biriktirilen öte berinin onlar için hatırası var. Eğer bir gıda malzemesi ise söz konusu olan, şöyle düşünüyorlar: “Ambalajı açılmamış olduğuna göre son kullanma tarihinin geçmiş olması önemli değil!”
Ancak çöp poşetine dahi konulmadan öylece evin içine bırakılan atıklar, yıllardır temizlenmeyen lavabo ve tuvaletler, yemek ve yağ artıklarından kapkara olmuş fırın ve tezgahlar, binlerce kurt, böcek ve sineğin yuvalandığı buzdolapları, su götürmez gerçeğin birer isbatı olarak orada öylece dururken, ev sahiplerinin durumu daha fazla savunmaları da mümkün olmuyor.
İkinci aşamada acı bir yüzleşme gerçekleşiyor. Ev sahipleri durumu yavaş yavaş ve gönülsüzce kabullenmeye, evin bir insanın yaşaması için gerekli asgari şartları sağlamaktan çok uzak olduğu gerçeği ile yüzleşmeye başladıklarında, yaşadıkları o büyük hayal kırıklığı ve yıkım yüzlerine yansıyor. Çoğu bir ağlama nöbetine tutuluyor. Direnmekten pes edişe geçişteki o tarifi zor duyguyu yaşıyor olmalılar. Tıpkı daha önce evlerinin artık bir çöp eve dönüşmeye başladığında yaşadıkları türden bir pes ediş… Üçüncü aşama gel-gitlerle dolu oluyor. Bir taraftan ortada büyük bir sorun olduğunu kabul etmenin getirdiği bir rahatlama hissi yaşıyor, diğer taraftan yıllar süren alışkanlıkların ve kronikleşen yaşam kalıplarının dayattığı kabullerle hareket ettiklerinden tepkilerinde anlık değişmeler görülüyor. Örneğin, program konsepti içerisinde kendisine yardımcı olan kişilerin evi temizlemelerine yardımcı olurken, ani geri dönüşlerle çöpe atılmak istenen bir grup eşyayı kurtarmaya çalışabiliyorlar.
II.
Aslında bu programların kendisi değil anlatmak istediğim. “Çöp ev” meselesinin ve bu evlerde yaşayan insanların düşündürdüğü başka şeylerden bahsetmek istiyorum. Çünkü gerçekten oldukça somut bu örnek, insanın şu dünyadaki en güzel evi olan gönlünün, ya da bir başka deyişle “gönül evi”nin de temiz tutulmadığında zamanla bir “çöp ev”e dönüşebileceğini hatırlattı bana.
Düşünelim; aslında ikincisinde de benzer bir süreç işlemiyor mu?
Önceleri çok önemsemediğimiz dağınıklıklar zamanla içinden çıkılması neredeyse imkansız bir kaos yaratıyor. Bu gibi durumlarda sıkça başvurulan “Odam dağınıktır ama aradığımı şak diye bulurum!” savunmasındaki “aradığını bulabilme” kriteri zamanla karşılanamaz hale geliyor. Hal böyle olunca bir süre sonra arayış da son buluyor. İnsan gönül evinde önce aradığını bulamaz oluyor, ardından neticesini tecrübe ettiği bir faaliyeti gereksiz görerek arayışı da terk ediyor.
Sonra orada bekletilmesi, saklanması, biriktirilmesi uygun olmayan pek çok şey doldurulmaya başlanıyor bu eve giderek. Ne de olsa bu hastalığın en yaygın semptomlarından biri “belki bir gün işe yarar” zannı ile biriktirmek. Oranın giderek bir çöplüğe dönüştüğü görmezden gelinerek her şey istifleniyor, yığılıyor, boca ediliyor. Zamanla öyle doluyor ki gönül evinin odaları, kapılarını açıp içine girmek bile güçleşiyor. Değil bir konuğu ağırlamak, insanın kendi sığınacağı kadar dahi yer kalmıyor artık orada.
Toplu olarak yıkanma düşüncesiyle ertelenen bulaşıklar da kemikleşiyor sonra; şu reklamlarda sıkça duyduğumuz “inatçı lekeler” peyda oluyor. Yani kirliliğin ve kirlenenlerin kendisi de bir şahsiyet kazanıyor ve onunla artık baş edilemeyeceği düşüncesi giderek ağır basmaya başlıyor. Sonrası ise malum; yalnızca o gün kullanılacak olanların yıkanarak günün kurtarılması gibi, gönül evinin temizliğine de zaruret miktarınca el atarak yaşanmaya devam ediliyor.
Derken paslanmış aynalarında kendisini göremez, tozlu camlarından geleni sezemez, kirli duvarlarına sırtını yaslayamaz oluyor insan. Ancak ne var ki bu durum önce onu rahatsız etmemeye, ardından durumu kanıksayarak içinde bulunduğu şartlara alışmaya hatta giderek ona karşı saplantılı bir bağlılık duymaya itiyor.
Ne ilginçtir ki içinde bulundukları bu durumla yüzleşti(rildi)klerinde verdikleri tepkiler ve yaşanan süreç de, çöp evlerine el atılmak istendiğinde içinde yaşayanların verdikleri tepkilere oldukça benziyor. Keskin bir reddediş, aşikar olanla yüzleşme, zorunlu bir kabulleniş, rahatlama ve kurtulma isteği, ani geri dönüşler…
III.
İslam düşüncesi “ev”e merkezî bir misyon yükler. Tüm varlıklar “kainat evi”nin bir üyesi, insansa bu evin en şerefli varlığı, bir anlamda “şeref misafiri”dir. Ömür denen konukluğu için bulunduğu dünyadaki evi -konağı, konutu- onun yuvası, sığınağı, barınağı olur. Allah (cc) da “insanlar için bir toplanma ve güvenlik yeri” olarak seçtiği Kabe’yi “Ev” (Beyt) olarak zikreder Kuran’da. O Ev Müslümanlar için kıble olmuştur ki, bir anlamı da “sığınak”tır.
Canım Yunus Emre, “dostun evi gönüllerdir” der. “Gönüller yapmak”, “gönül almak”, bir gönül evini ziyaret etmek, kadim geleneğimizde “Allah’ın evi”ni ziyaret etmekle eşdeğer tutulmuştur. Zira, “Hepisinden eyice bir gönüle girmektir.”
Böylece İslam düşüncesi insana içinde var olduğu kainat evi ile dünya hayatında misafir olacağı evi arasında, kıblesi bilip sığınacağı “Ev” ile o evin sahibine hazırlayacağı “Gönül Sarayı” arasında müthiş bir irtibat zemini sunar.
Ancak bugün içinde bulunduğumuz çağın dinamiklerini oluşturan duyuş ve düşünüş biçimleri “evsizliği” dayatıyor. Yalnızca fizikî düzlemde bir evsizlik, “homeless” sorunu değil bu. Modern/postmodern felsefenin insanı var oluşuna yabancılaştıran, kendisine yüklenen tüm sorumlulukları unutturan, hayatı anlamlı kılacak aidiyet gerekçelerini değersizleştiren bir evsizlikle karşı karşıyayız. İki insanın hayatını birleştirmesi ile kurulan ve bizim tam yerinde bir isimlendirmeyle “evlilik” dediğimiz müessesenin zayıflamasıyla ortaya çıkan bir evsizlikle karşı karşıyayız. Evin tüm anlam katmanlarında değersizleştirildiği ve her birinin ayrı ayrı çöplüğe dönüştürülmeye çalışıldığı bir zamanda yaşıyoruz. Dahası küresel ölçekli bu kirlilik, giderek tüm toplumlara, dolayısıyla bize de sirayet ediyor.
İşte böyle zamanlarda kadim değerlere tutunmak ve ısrarla eve sığınmak gerekiyor. Çatı su sızdırsa da, temel yerinde duruyor.
* Bu yazı, Tohum Dergisinin 162. sayısında (kış 2019) yayımlanmıştır.