Gençlikte bol bol yara alıp kendine bir
geçmiş oluşturmak için duyulan aciliyet çok tuhaftır.
Javier Marias
Beni anlatan şey nedir; burukluğum mu, unutuşum mu, hatırımda tuttuklarım mı, fiyakalı bir söylevin en ateşli anında boğaza takılan öksürük gibi tutulduğum zamansızlığım mı? Etrafı melankoliyle çevrili çorak bir kara parçası mıyım yoksa en latif görünümünü yakamoz ısırığına borçlu ürkütücü karanlığıyla bir su birikintisi mi? Kendi mecramı bulmanın ömürlük bir özveri gerektirdiğini bu denli sarsıntıyla fark edeceğimi bilmiyordum.
Hayat, çizgileri belirgin bir yol haritası sunmuyor insana. Her an, tasarladıklarımızın ve beklentilerimizin uzağında kendine yeni bir kanal açarak var oluyor. Ya bu serencamı kabullenerek aldığımız nefesi katlanılabilir kılacağız ya da akıntıya karşı kürek çekerek her nefesi boğazımıza dikenler batar gibi soluyacağız. Bu iki seçenek arasında boğulmamanın tek çaresi de hayatın rastgeleliğine açık olmaktan geçiyor. Bu, sanılandan daha iyi bir kavgadır. En azından bizi yaralarla dolu bir geçmiş oluşturmak için acele etmenin tuhaflığından alıkoyacak tek merhemdir.
Tesadüfler, bizim sınırlı oluş dünyamızın cilveleri gibi görünür insana. Oysa çok daha derin bir hakikatin anlık görünümlerinden ibaret olarak görüyorum her birini. Her tesadüfün bizi mutlu etmesi de gerekmiyor ancak ilanihaye çıkarılacak bir dersi muhakkak barındırıyordur içerisinde. Birisiyle karşılaşmak, bir iş üstlenmek, bir oluş var etmek, müteessir olmak, yürümek, ağaçlara bakmak, yağmuru dinlemek, insanlardan tiksinmek, şehirden uzaklaşmak, kitap almak, içine kapanmak, birini çok sevmek, birini daha da çok sevmek, özlemek, unutmak… Hepsi ama hepsi içerisine doğdukları anın rengini taşıyan, olduğu an olmuş olması gereken, oluş halindeyken ol(g)u(nla)şmasına karşı konulamaz olan, yüzeyinde neşemizi, kederimizi, arzumuzu, şehvetimizi, beklentimizi taşıyan birer tesadüfler nehridir.
Kendi mecramı bulmaya çalışmanın izleklerinden birisi son derece şahsi bir tecrübeyle söyleyebilirim ki hayatın rastgeleliğidir. Öyle ki, okuduğumuz metinlere/kitaplara dahi bizi bağlayan tesadüfler var ve bu tesadüflerin peşinden gitmenin en büyük görev olduğuna inanıyorum. Bazen bir seçimi sağlıklı kılacak hiçbir veri yahut ön bilgiye sahip olmaksızın bir kitabı aldığımı, ilk kez duyduğum bir yazarı okuduğumu, göz atmak üzere başladığım bir makaleyi soluksuz tamamladığımı bilirim. Unamuno, Phillips, Cioran, Marias bahsettiğim “rastgele” seçimlerimden bir kaçı örneğin. Ne harikulade karşılaşmalar bunlar, düşünsenize. Bu “seçim” dediğim şey, bir çocuğun annesinin tüm gayretine rağmen bir süre sonra kendi damak tadının oluşması kadar kendiliğinden üstelik. Bu durum, yalnızca bana mı hayret verici geliyor acaba?
Tesadüflerin; ne derece “olağan”, aslında bizim anlam dünyamızın sınırları dışında kalmakla birlikte yaratılışın kuralları dahilinde tam da bizde olan, bize ait olan bir oluş biçimi olduğunu en iyi gösteren durumlardan birisi kitap seçimlerimizdir. Yanlış yaptığımız şeyler her ne ise, neyi arıyorsak, neyden memnun değilsek, nereye varmak istiyorsak metin seçimlerimizin mutlaka bununla bir ilgisi var çünkü. Nerede yanlış yaptığımızı bulmaya, anlamaya çalışır gibi okuyoruz.
Bu sebeple; bir yandan hayatın rastgeleliğine açık olup bir yandan yoğunlaşmamız ve üzerine en çok eğilmemiz gereken gerçekliğimiz, terk etmekte direttiğimiz mevzilerimizdir; insanın sırtını döndüğü şey ne ise anlaması gereken şey de odur, kaçtığı her ne ise dönüp varması gereken hedef oradadır, kaybettiği ne ise bulması gereken şey de odur. Korkuyorsa, tam olarak yüzleşmesi başlamıştır. En çok adım atması gereken yerde ve zamandadır. Susuyorsa, birazdan konuşması gerekecektir. Umutsuzsa, hayatın bütün hiçliğini bir heybeye doldurmuş demektir. Artık bir damla daha yeni bir hüsrana yer kalmamıştır. Taşmanın ve coşmanın vaktidir.