Ev Üzerine Düşünceler: “Çöp Evler” ve “Gönül Evleri” / Hüseyin Türkan
25 Kasım 2020
Güneydoğu Asya Kültürel Yapısına Genel Bir Bakış / Mehmet Özay
17 Aralık 2020

Sürüngen Günlüğü: Küçük İnsan / Muaz Yanılmaz

Giriş – Küçük İnsan

Kendime yabancı bir duraktan geçiyorum. Yarınki yüzüm, unut beni şimdiden.

Beni hayata bağlayan kelimelerden birisidir “istifa”.  Ama nerden? Bu kelimenin tek başına öylece durması dahi hep daha olgun bir ihtimalin varlığını ispatlaması bakımından rahatlatıcı sanırım. Yüklerden, işlerden, bazen ve belki de en çok kendinden, daraldığın her anda her şeyden “istifa”. Çıkmaz bir sokağa girdiğinde önündeki açmaza küfretmek yerine durup geri dönmeyi bilmek gibi ya da başa çıkamayacağına kanaat getirdiğin acı gerçeği kabullenmek gibi. Böbürlenmeden uzak, şişirilmiş bir benlikten vareste, insan olmaya yaklaşabildiğin o en olanaklı zaman dilimi. Nasıl, mucize gibi değil mi?

Bir kaçış hissiyle de çok bağı var elbette. İnsan, eureka anına dek neden niye kaçtığını da anlamaz üstelik. Çoğunca bütün kaçışlarını peşi sıra bir pişmanlık izler. Her türlü seçeneğin bir anda belirişinin içinden çıkılmaz bir hal aldığı, karar verme gücünü zayıflatan, ne istediğini giderek daha fazla belirsizleştiren, havuzun kenarında gezindikçe derinleşen suyun soğukluğundan korkma hissinin ete kemiğe bürünmüş hali gibi bir pişmanlık. Oysa bıraksa kendini, gözünü karartsa, cesaret gösterse, bir elif miktarınca nefes alsa belki de kaçmasına gerek kalmayacak. Öyleyse her istifa; bizi o olgun ihtimallerin eşiğine bir adım daha yaklaştıran, kaçışın “eureka”sını besleyen, insanın kendisiyle “karşılaşmasını” sağlayacak anı hazırlayan etkili bir yöntem gibi durmuyor mu? Yine de bütün bu “arıza”larımızla birlikte bir insan bütünü oluşturmuyor muyuz sahi?

*

Otobiyografi, anı, günlük gibi türleri okumayı her zaman çok sevdim. Diğer birçok metnin yanında bu türlere gösterdiğim ayrıcalıklı ilginin biraz da bu “kaçış” hissiyle alakası var. Kendi olgun ihtimallerimi arayacak gücü, sıradanlaştıran rutinin çemberini kırıp parende atabileceğim bir alanı bugüne dek yaşanmış örneklerden hareketle yakalayabildiğim için. Üstelik sınırsız bir yüzleşme eşliğinde. Olağan olan, hepimizin başına gelebilecek, basit, küçük, her an hayatımızın içerisinde olan detayları, kusurları, hesaplaşmaları, eksiklikleri, fazlalıkları, kederleri, sevinçleri görebilmek için. Kimi kurgulayarak anlatmış oluyor kimi olabildiğince gerçekçi ve yalın. Ama ne olursa olsun bir iç dökme var bu tür metinlerde. Onları kıymetli kılan da bu kaçınılmaz gerçek. Çünkü bütün iç dökmeler en hesapsız yanımızdır. Tartıya da vurulsa, ölçülüp biçilse de satır aralarında gizledikleriyle “kusursuzluğumuzun” en yetkin düşmanlarıdır. Ve insanın kusurlarını fark etmeye başladığı an; yani maskesinden sıyrıldığında, pohpohlanan imajı çürüdüğünde, herkes gibi olduğunu anladığında… İşte o an tamamlanmaya en yakın olduğu zamanı kapsıyor.

Bununla birlikte yazmaktan, özellikle günlük tutmaktan her zaman korktum. Bunun travmatik kökleri var içimde; hem kendimle yüzleşmekten hem de niteliksiz, vasıfsız, değersiz bulunmaktan ürküyorum. Bilincimi kayıtsız/şartsız salıvermiyorum. Sürekli bir kontrol-planlama-tasarım-kurgu içerisindeyim. Olduğum şeyi değil de olmak istediğim, olmam istenilen, olunca daha çok beğenilecek halimi oluşturmaya çalışıyor gibiyim. Oysa hem zihni hem de eylemsel bağımsızlığım bilinçaltımla yüzleşmek, onu kabullenmek ve bağlarımdan azade koşumlarımı salıvermekten geçiyor, biliyorum. Kendimle karşılaşmaya teşebbüs etmeliyim. Ne diyor Frantz Fanon; “Her teşebbüs bir miktar cesaret ister”.

Peki, tam da bu noktada neden ve nasıl bir günlük yazıyorum? Benimle herhangi bir iletişimi olmayan, çoğunca tanımadığım ve beni tanımayan insanlar niçin yazdıklarımı okusun yahut merak etsin ki? Hele bu denli aperatif günlerden geçerken ne dediği belli olmayan bir metne, bir kafa karışıklığına, bir çırpınmaya neden dikkat kesilsinler?

İlk soru hariç kalan soruların bende bir cevabı yok. En azından şimdilik. Öyleyse ben kendi soruma dönmeliyim. Kendi cevaplarıma. Çünkü hepimiz “tek” kişilik yaşıyoruz. Herkes kendi cevaplarından sorumlu.

*

Nurullah Ataç, Günlerin Getirdiği’nde; “Asıl sevdiğim konuşma, düşünmeye mecbur olmadan, söylediklerime ehemmiyet verilmediğini, onların unutulacağını bilerek konuşmaktır. Yani sevdiğim, beni sevdiklerini de bildiğim kimselerle konuşmak. Bazı insanlar vardır, uzun uzun, derin derin dinlerler, sonra uzun uzun, derin derin düşünürler, ona göre cevap verirler. Hem daima böyledirler. Ne oluyoruz? Ne diye kendilerine bu derece ehemmiyet verirler? Onların diyecekleriyle dünyanın hangi meselesi halledilecek?” diyor.

Çoklarına tatlı bir “itiraf” gibi gelebilir bu sözler. Zira Ataç kendi eleştiri-yazım serüveni içerisinde meseleleri biraz da nasıl ele aldığını, bakış açısını anlatıyor. Oysa ben koyu bir çığlık, fikrinin iskeletini mefhum-u muhalifi üzerinden kuran bir iç dökme duyuyorum burada. Şu da mümkün tabi; eğer bu cümleleri ben kurmuş olsaydım her bir kelimenin bir ok gibi muhatabına saplanmasını istiyor olurdum. Zira duyduğum şey; düşünmeye mecbur kalarak, sevmediğin ve seni sevmediklerini de bildiğin “kimselere” konuşmanın korkusu, izlendiğini düşünerek, pusuya yatmış ve her an bir açığını kollayan gözler ordusunu yararak ilerlemenin yorgunluğu, kendinle, beğenilerinle, nefretinle, öfkenle, sevginle yüzleşedurduğun anda bütün içten ve hesapsız gayretinin bir çırpıda hiçe çıkabileceğini fark etmenin telaşı.

Beni günlük tutmaktan alıkoyan bir nevi bu çığlık, bu telaş. Ancak yine de “her teşebbüs bir miktar cesaret ister”. Buna rağmen yazmamı sağlayan şeyse tek kişilik cevaplarımı arıyor olmam, kendimle yüzleşebilecek bir ritmi yakalamaya çalışmam, buna teşebbüs edebilecek bir cesareti göstermenin yapabileceğim en “kahramanca” şey olduğuna inanmam. Evet, söyleyeceklerim dünyanın hiçbir meselesini çözmeyecek ama belki de böylece tamamlanan birisi olabilirim.

Sürüngen Günlüğü, bir karşılaşma teşebbüsü. Bir cesaret kalkışması. “Küçük İnsan”ın hikayesini anlatacak, günlüğünü tutacak. Hayatını sürünerek idame ettiren, sürekli bir şeyleri iterek, ittirerek var olan, el yordamıyla hayatta kalan, “gündeliğimize” uygun olarak duygusu, hakikati, geçerliliği, varlığı sürekli ezilen, yok sayılan, dönüştürülen, değersizleştirilen insanın. Kederiyle sevinci arasında kalmış, dostuyla düşmanını seçemeyen, her yeni gün bir öncekinden daha berbat kararlar alan, istifa eden, arızalı, kurulu düzenini boka batıran, çuvallamış, kaçmaktan yorgun düşmüş ve pişman, öfke nesnelerini çoğaltan ama sükunete hasret, kafası karışık, kaybolmuş insanın. Masası kendisinden büyük, niteliksiz bir yönetici adayı olan “küçük” insanın değil, var olmak için masaya ihtiyaç duymayan vasıflı “Küçük İnsan”ın hikayesi. Olabildiğince kişisel olandan uzak ama kişisel olandan da hareketle kederli bir iç dökme, bir hesaplaşma olacak bu metinler.

Tek “bir” kişi için, sadece “0na” yazıyorum Sürüngen Günlüğü’nü, burası kesin. Yıllarca bir kenarda sessizce yaptığım bir şeyi bu kez arz ediyorum. Hep söyleyemediklerimi yazmıştım kendi kendime. Bu kez yazarak söyleyeceğim. Her yanından parçalanmaya açık, yıkılmaya hazır, anlaşılmaya müsait. Aynı zamanda herkesin içerisindeki o başka başka tek “bir” kişi için de yazıyorum ama. Kimbilir, belki bir yerlerde karşılaşırız.