İnsan Kaynaşması – Gürültü Üstüne
Gürültü, akıl sağlığı üstüne bir dayatmadır.
Joan Baez
İnsanın “geliştirilebilir” olana dönük iştahının kabardığı, her geçen gün geliştirilecek yeni şeyler “keşfettiği” iddiasıyla sorumluluklarından ve varoluşundan gönüllü feragat ettiği bir dönemin sonlarına doğru yaklaşıyoruz. Kişiliğini, teknolojisini, ekonomisini, araçlarını, konforunu yenileye yenileye ilerlettiği dünyanın elimizde avucumuzda kalan kısmı artık daha dengesiz, eşitsiz, paylaşımsız ve sağlıksız bir hal almış durumda. Son kertede küresel ölçekte yaşanan salgınla birlikte bu durum daha da gün yüzüne çıktı. İnsanın vahşiliğinin hangi boyutlara ulaştığını pandemi nedeniyle evlerimize kapanmak zorunda kaldığımızda inkâr edemeyeceğimiz şekilde gördük; meğer insan çevresine, doğaya, kendisi dahil tüm canlı hayata yalnızca zarar veriyormuş. Hava temizlendi, bitkiler yeşerdi, hayvanlar çoğaldı ve çeşitlendi. İnsanın ilerleme zannıyla sürüklendiği çukurda nasıl etrafını hercümerç ederek yaşadığını, hayatını sürdürmek için gerekli kaynakların her geçen gün nasıl tükeneyazdığını köşemize çekildiğimizde daha iyi anladık. Belki de insan kendi sonunu elleriyle hazırladığını anlayacak ama iş işten geçmiş oluyor. İlerleye ilerleye başladığımız en ilkel seviyeye geri dönmek üzereyiz. Kaynaklarımız tükeniyor, kuraklık baş gösteriyor, açlığın ucu artık Afrika’dan taşıp her birimizin hanesine girmeye başlıyor, etrafımızdakilere daha az güveniyoruz, hatta kimseye güvenmemeye bile başladık. Bugüne dek bize dokunmadığı için binlerce yaşayan yılan artık her birimizi sokmak üzere. Oh olsun.
Bu çığırından çıkmış düzenin yegâne imajı ise gürültü. İrili ufaklı, küçüğünden büyüğüne hayatımızın her alanına bir gürültü hâkim ve bu şeytani araç başta sükunetimiz olmak üzere bütün rutinimizin baş düşmanı. Hoyratça ilerleyen zamanın bizden neleri götürdüğünü en iyi gürültü çıkararak gizleyebildiğimiz bir hayat yaşıyoruz; haksız olanın bağırarak haklı çıkabildiği, yanlış olanın tekrarlanarak doğru haline gelebildiği, faydasız olanın çoğalarak yararlı zannedilebildiği bir gürültü çağından bahsediyorum. Doğayı katletmemizi teknolojinin hamasetiyle, ahlakı yitirmemizi çağın gerekleriyle, en basit insani iletişimi bile beceremeyişimizi bireyselleşme çılgınlığıyla, siyaseti görkemli dalaşmalarla, fikri ideolojik sünepelikle bastırıp gizliyoruz. İçimiz, sesimiz, işimiz hep gürültülü. İrileşerek, zenginleşerek, makamlanarak, çoğalarak, ilerleyerek kalıcı ve haklı olacağımızı zannediyoruz. Sade gürültü. Yanlış yapıyoruz, zulmediyoruz ama telafi etmiyoruz. Gürültü. Azıyoruz, durdurulamıyoruz, kapılıp gidiyoruz ama dönemiyoruz da. Gürültü. Zira yolun en başında, işin en temelinde evvela vicdanlarımız sadece bir gürültüden müteşekkil. Ne kendimize karşı ne muhataplarımıza karşı dürüstüz. Hakikati olmayan her türlü görünüm yalnızca bir gürültüden ibaret kalıyor.
Bu gözle görülür olmayan ama bizi manevi bir darlık içerisine sıkıştıran, bir mengene gibi suyumuzu çıkaran raydan çıkmış olmanın gürültüsü somut olarak da karşılığını buluyor elbet. Günlük rutin içerisinde sürgit bir gürültüyle çepeçevreyiz, sarmalanmışız; sabırsız kornalar, telaşlı adımlar, kapı önü esnaf konuşmaları, balkon bulamayanların açığı pencereden pencereye kapattığı mahalle sohbetleri, üst komşu çocuğunun alan mücadelesi, arabalardan yükselen stadyum yayınları, bağır çığır telefon konuşmaları, pervasız kahkahaların hıncı, çay kaşıklarının hışmı, kafelerin dayatmaya varan müzikleri, siyasilerin bitimsiz kavgaları, sokak tartışmaları, maruz kaldığımız hemen her şey sadece gürültüye dönüşen bir ağırlık. Bu insafsız ağırlığı her yere sırtımızda taşımak zorundayız. Kaçamıyoruz. Bize en küçük bir sessiz alan dahi bırakılmıyor. İnsanlar soluk alıp verirken dahi hırlıyorlar. Bu gürültü istidadı bana oldukça trajik görünüyor. İnsanların gürültü üretme düşkünlüğünü ve ne gariptir ki başka hiçbir konuda olmadığı kadar bu alanda yetkin olmalarını kabullenemiyorum. Sanki en çok gürültüyü; hayattaki yerini en çok bulamamış, yerini en çok yadırgayan, içindeki boşluğun giderek büyümesiyle tastamam bir “hiç”lik halini almış yersiz ve biteviye amaçsız olarak en çok yaşayanımız, külçe gibi yalnızca nefes almaktan ibaret olanımız çıkarıyor gibi geliyor bana. Sanki gürültünün müteşebbis ruhlu her sahibi; mevcudiyetini, dolayısıyla varlık gösterebildiğini, bir iz bırakabildiğini olabilecek en hoyrat, en zorba şekilde ispat etmeye, kafamıza adeta çakmaya çalışıyor. Huzurumuzu, sükunetimizi ciyaklaya ciyaklaya sakız gibi çiğniyor. İçimizde ve içeride kalmaklığımızı perişan ediyor. E. M. Cioran Ezeli Mağlup’ta “İnsanlık kötü bir yola girdi. Bütün diğer türlerin yerini alan bu insan kaynaşması tahammül edilemez bir şey değil mi? Sonunda tek ve eşsiz bir metropol olacağız, küresel bir mezarlık. İnsan kendini çevreleyen her şeyi kirletiyor ve yozlaştırıyor” derken ne kadar da haklı. Kaynaşa kaynaşa “fokurdamaya” başlayan insan günlük hayatın olağanlığında kayboluyor, farkındalığını ve bilincini uyuşturuyor. Kim ne adına konuşuyorsa hepsinin ürettiği tek şey gürültü… Artık şu yaşadığımız şehirlerin bile gürültüden başka sahip olduğu bir şey, kaçılacak bir köşesi, bir kahvesi kalmamış gibi. Ne yapacağız, nereye gideceğiz? Bizi kafayı yemekten kurtaracak olan şey ne? Onu nerede bulacağız?